• 22 Şubat 2025 Cumartesi 14:06:58

Sadeleşmek

Sadelik en üst düzeyde gelişmişliktir. 
 
öncelikle - Hayatımız tehlikede. :) Her yerden yağmur gibi gelen fiyat etiketlerine bakıyoruz. Birçok üründe ucuzluk marketleri seviyesini yakalamış haldeyiz, ya da ucuzluk marketleri seviye atlamış halde. Hatta marul, biber, domates, karnabahar, dereotu, maydanoz, salatalık vs. derken Beylikdüzü pazarı, Ataşehir Halk Pazarı, İzmir'in Alsancak ve Karşıyaka pazarları, daha da komiği Nazilli pazarı bizi solladı birçok üründe. 
 
Otoritedeki dev boşluğu olanca iyi niyetleri ile doldurmaya gayret eden güzide esnaf ve tüccarlara bu vesile ile selam edeyim. :) Yakında kim vurduya gideceğimdir tahminim... 
 
Kendi kendini anlatan, tadıyla, kokusuyla, çiğ ya da pişmiş halde tabakta özünü ifade eden şahane ürünleri ahlaklı etiketler ile sattık hep, bu yola da devam edeceğiz. Bir ayağımız hep frende duruyor. Rızkına razı olanlardanız. :) Yaşadığımız günlerin de anlam ve önemi doğrultusunda sadeleşmeye, sakinleşmeye daha kararlıyız ki devir de onu işaret ediyor. 
 
TLC'de ara sıra izlediğim iki program var benim. Birinin adı Depo Avcıları. Unutulan depoları ihale gibi bir yöntem ile alıp bunu takip edenlere satıyorlar. Akla gelmeyen antikalar ile ciddi bir kazanç sağlanabileceği gibi, bazen de hava civa çer çöp ile dolu bir depo ihaleyi kazananın elinde patlıyor. Bazen de başabaş vesaire... 
 
Bir diğerinde de büyük bir kamyon ile köyleri kasabaları dolaşıp sahipleri ölmüş, mirasçılarının umursamadığı evlerden ya da iş yerlerinden, depolardan filan binlerce parçayı topluyorlar. Bu toplananlar koleksiyonerlere satılıyor sonra, böylece aralıksız bir al - sat dönüyor. İzledikçe fark ettim ki topladığı halde görmeyen, kullanmayan, hatta unutarak yaşayıp bu dünyadan göçen insanların hikayesi bir yanıyla da beni anlatıyor. Birkaç tık daha sakin olduğumu söyleyebilirim evet, ama toplayıcı içgüdüsü kodlanmış DNA'larımın beni çoğu zaman yenmiş olduğunu da itiraf etmeliyim. 
 
Şuradan çıktı bu yazı; birkaç arkadaşımda birden eflatunumsu renkte giysiler - aksesuarlar denk geldi üstü üstüne. "İstanbul'un erguvan zamanı sana da uğramış" gibi şakalaşırken bu rengin veri peri olduğunu ve ilkbaharın ilk ayının trendi olduğunu öğrendim. 
 
Nasıl yani? Çok mu yaşlıyım artık ben..? 
 
On sene öncesi bile değildir, yine de 10 diyeyim, ama maksimum. Yazlık vitrinler, kışlık vitrinler; işte bir de şemsiye, yağmurluk, çizme, kazak gibi ara mevsimleri rahatça geçirmemize yarayan aksesuarlar vardı. Mevsim bitmeye yakın indirim yapılır, elde kalanlar eritilir, vitrinler yeniden düzenlenirdi. Depoda kalan mallar da  Beşiktaş Pazarı'na yollanır, öğrenciler ya da fazla para harcamak istemeyenler buradan hallederdi. 2011 - 2012, net hatırlıyorum, bu böyleydi?  
 
Şimdi gidiyorsun, alıyorsun, bu hafta son modayı sen giyiyorsun, gelecek hafta demode oluyorsun. Hemen gidip yenisini alman için baskı kuruluyor üzerinde, ne olacağını bilmediğin ama almak için sabırsızlandığın şeyin vitrine düşmesini bekliyorsun. Çılgınlık bu. 
 
Tüket, tüket ve yetmesin asla. Yeni çağın adı da bu. 
 
Dört kişilik ailenin evi 2 oda 1 salon, giysiler - kitaplar - mutfak - banyo filan sığıyorduk daha dün mü ne... Bir adet krem vardı: Havilland. Banyo sonrası, banyo öncesi, anne, baba, herkes bunu kullanırdı. Krem buydu yani. Sabun da şu. Alınmışsa şampuan da şu... 
 
Şimdi banyolarda onlarca sabun, saç bakım, yüz bakım, raflar, dolaplar, çekmeceler yetmez haldeler. Gardıroplar yetmez haldeler. Walk-in closet'ler, açık sistemler, kayar raflar her evdeler. Gerçekten tuhaf bir durum bu. Dünya tarihinin her açıdan en konforlu, en rahat, en bolluk içindeki dönemini yaşadık, hala da yaşıyoruz. "İyi midir bu?" sorusunu bir kez olsun sormuyoruz. Fert başına düşen ev metrekaresi, araç sayısı, ev ekipmanı sayısı, seyahat, giysi... Her açıdan fazlaca rahata alıştırıldık. Brezilya'nın bilmem ne meyvesi 100 metre ötedeki dükkanda seni bekliyor, bir tıkla dünyanın herhangi bir noktasından dilediğin ürün kapına kadar geliyor. Gücün yeterse uzay turisti olma fırsatın bile var. 
 
Tüm bunlara mukabil, artık hiçbir şey hiç kimseye yetmiyor. Hiçbir şey mutlu etmiyor. Tamamlamıyor. Hani varlığı hep bilinen o boşluk hiç dolmuyor. Neden sadece alabilmeye kilitlendik? 
 
Kapı çalıyor, kurye bir kutu bırakıyor. Şahane bir ayakkabı. İstediğin ve hayal ettiğin renkte; ayağına da cuk oturuyor. Ama sen daha kutu yoldayken başka bir ayakkabıya kilitlendin bile. Kaçarın yok, alacaksın. Çünkü sadece duygularını beslemiyor, statünü de belirliyor. Statünü sen değil, aldığın eşya belirliyor. Aslında sektör belirliyor. 
 
Oysa sahip olman gereken her şeye zaten sahipsin. Hatırlasana, ilk arabanı aldığın gün eve nasıl bir mutlulukla geldin? Yere göğe sığamamıştın. Şimdi bir tane sende var, bir tane eşinde var, bunlar üç senede bir değişiyor ama yetmiyor ve mutlu etmiyor. Hayalinde hep daha yenisi, hep daha iyisi... Sen değilsin sebebi. Hangi dergiyi açsan yaşadığından daha güzel bir ev, yüzdüğünden daha mavi bir deniz, taktığından daha şık bir çanta var. Koş koşabildiğin kadar, kalbin durana kadar... 
 
Veri peri rengi şimdi moda, sakın unutma. Mutlaka birkaç parça edinilecek, gerektiği şekilde, yani öylesine, gösterilecek. Bunu için bir belirlenen bedel de ne ise el mecbur, ödenecek. Nasıl gözükmen gerektiğini sana çakan görsellerden kaçmanın mümkün olduğunu artık maalesef sanmıyorum. Kültür ile filan kaçabilirdin bundan eskiden, o da kalmadı. Tek yönergeli bir ajan kültü gibi içine sızıldı, değiştirildi, beş kişinin kararı ile yönlendirilir oldu. Herkes bir yönetmen yardımcısının "Burada gülün, haydi alkış, şimdi sessizlik, hep beraber ağlıyoruz" yazıları ile hareket eden figüran topluluğa ait oldu. Sosyoloji değişti. Dünya ters yüz oldu. 
 
İyi değil bu gidiş. Kıyafeti, spor ayakkabı filan bırak bir kenara; buzdolabını, mikseri, tost makinesini bile bu döngüye monte ettiler. Evdeki tost makineni çalışmayınca değil sosyal değeri düşünce değiştiriyorsun artık. Kızartma makinesi de öyle. Yumurta çırptığın mikseri bile. 
 
Tık, wish list, tık, sepete ekle... Alınanlara evler yetmiyor. Koyacak yer yok fikrinden 2.2 milyon metrekare ev eşyası depolama sektörü doğdu dünyada. Evinizden alıyor, istediğin zaman evine teslim ediyor. Neyi? Aldığını bile hatırlamadığın şeyleri. 
 
Sürdürülemezlik ekonomisidir bu. Patlar. 
 
Sadece sana - bana, hane bütçesine, ülke ekonomisine filan da değil; bütün dünyanın, bütün ekosistemin başına patlar. Patladı da. Yaşamın temel taşlarını yeniden kurgulamak zorundayız artık. Temel ihtiyaçlar. Bu kadar.  
 
Paran var, paran yok filan, mesele o değil... Yaşam sanatı, asgari şartların üzerine tatlı ve dozunda baharatlar eklemekte saklı. Moda, sanat, seyahat, kültür, müzik; bunların hepsi elbette olacak. Ama köleleşmeden, salaklaşmadan ve "Al bunu - Alayın bunu" komutlarından kurtularak olacak. Bunları artık konuşmalıyız. Zamanı çoktan geldi. 
 
Arabamı geçen hafta küçülttüm ben, iyi geldi. Lükslerim zaten yoktu, aynı ayakkabı ile beş sene geçirip, giyimde de çıktığım maksimum seviye HM olunca orada değiştirecek şey bulamadım. Yine de önümden geçiriyorum her gün tek tek. O lazım mı, bu lazım mı, bunsuz yaşanır mı, yaşanırsa bu niye bende, vesaire...  
 
Dünyanın gelmiş geçmiş en yüksek tüketimini yapmış nesillerimiz fani. Dünya ise baki kalsın istiyorum. Çocuklarımız için. 
 
* * *

Yorum Yap