• 22 Şubat 2025 Cumartesi 14:42:52

HAREKETTE BEREKET VAR

11 aydır 6 kez ertelediğim uçak biletim artık yanma sınırına gelince nihayet kestirdim ve İpek'in ilk senesinin sonuna yardıma gittim.
 
Üç günlük bu muhteşem İtalya seyahatim buzdolabı silmek ile, tıkanmış duş gideri için tesisatçı beklemek ile, evi 'nedense' çok beğenen haşeratı ayıklamak ve temizlemek ile geçti. Çamaşır makinesi hiç durmadan çalıştı, mutfak tezgahı silmekten başım döndü. Onlarca plastik giysinin ya da başka şeylerin tıkış tepiş konduğu kutuları benzin döküp ateşe verme arzusuyla yanıp tutuşsam da onların içinde İpek'in "önemli şeyleri" olduğu konusunda bilgilendirildim. Elimi bile sürmedim. Sadece bakarak bile ateşim çıktı. Bu öğrenci evi işleri için gerçekten çok yaşlanmışım. 
 
Yatakların altından çıkan tokadan, küpeden, olabilecek her yere bulaşmış makyaj malzemesinden iyice bunalınca kendimi dışarı attım, hemen yakındaki okula, İpek'in eğitmenlerine teşekküre gittim. Hiç alakam yokken şeflerin birkaçından hafif yollu, imalı cümleler işitince biraz daha sorup sorguladım. Memleket olarak İtalyan gastronomi dünyasında sözümüz geçmiş, ben de bunu kaçırmışım. 
 
Konu anladığım kadarı ile şu. Eski, batık bir tekstilci biraz süründükten sonra cin bir fikir bulmuş. Kendisini Cihan / Giovanni Şef gibi prezente etmeye, İtalyan aksanlı konuşmaya, sakal - saç - fular filan İtalyan style'a sokmuş. Tabii çok tutmuş. Şef Giovanni olarak TV senin, festivaller benim, onur konuğu olarak oradan oraya koşmuş. Bir sürü restoranın menüsünü yazmış, danışmanlık yapmış. Özetle hiçbir şey yapmadan zirve basamaklarını tırmanmış. 
 
Türkçe gazeteleri takip, Türk esprilerine yatkınlık, atasözü - menkıbe filan ne varsa yoğun bilgisi ortaya saçılınca tabii mecbur kalmış, "Ailemin bir yarısı Çorumlu, gerisi komple İtalyan" gibi bir açıklama getirmeye çalışmış fakat bu açıklamayı iş patladıktan sonra yapmış. İş de şundan patlamış, bu Şef Giovanni kendine bir Türk manit (gençler böyle diyor artık) yapmış, araları bozulana kadar bu manit hiç ses çıkarmamış, beraberce ekmek yemişler. Ne zaman araları bozulmuş, ayrılmışlar, kız "dürüstçe" bu adamın İtalyan filan olmadığını, bütün milleti ayakta uyutup dolandırdığını anlatmış. 
 
Bu olayı İtalya'da, Floransa'daki bir gastronomi okulunun mutfağında, el - kol işaretleri ile anlaşmaya çalıştığım İtalyan şeflerin ağzından dinlemek de ne bileyim... Cidden utandım. Daha doğrusu adamların böylesine güldürmek zoruma gitti. Hehe - hihi filan çıktım, üç pizza, üç de meyve suyu alıp öğrenci evine doğru yollandım, görevime devam ettim. 
 
Fakat elim işte, aklım ülkemde, aslında konunun bana hiç de yabancı olmadığını bir hayli düşündüm. Aslında ben geçen yıllarda bunu çokça da anlattım. Bu hikayeler dünyanın hemen her ülkesinde dönüyor, fakat bizde maalesef biraz fazla dönüyor. Her biri altın madalyalı 3.000 zeytinyağı markamız, maden sularının üzerinde Brüksel lezzet ödülü saçmalıklarımız, kadın istihdamından başka bir şey düşünmeyen - gecesini gündüz edip ezilmiş kadınları ayağa kaldırmaya kendini vakfeden sevgi pıtırcıklarımız, en ucuz plastik bebekten beş koli alıp dağıtırken bir yandan da kameraya çekerek yüzlerce çocuğu kendi reklamasyonunda teşhir eden Instagrammer'larımız, sebze hali çıktısını üç kuruşa alıp "iksir" yaparak kansere çare olanlarımız, daha kimler kimler... 
 
Kostümlü tiyatrodan gına geldi. Şef Giovanni, Cihan, her ne ise artık, bir eksik - bir fazla ne olmuş ki haline geldi. Emekle, bilekle, yürekle var olma arzumuz son 4 - 5 senede orta yerinden kırılan bir ok gibi... Uçurumdan yuvarlandığımız rüyalar gibi, yüksekten boşluğa düşer hale geldi. Niteliksiz, içi boş, minik baloncuklar gibi duyduğumun - bildiğimin ekserisi. 
 
Öyle pek Avrupa hayranı filan değilim ama Avrupa'da hayran olunacak çok şey bulduğumu da söylemek isterim. Yerleşik kültürün estetik, mimari, kural - kaide ve birbirine saygılı, belli bir mesafeyi tutturabilen yapılarına hayranım. Disipline, sınırların belirginliğine de öyle... İş yaparken bunu düzgün malzeme ile yapmalarına, şişirmece iş yapmamalarına, en çok da kadınların ve erkeklerin birlikte, aynı ve gayet zor mesleklere soyunmalarına öyle. 
 
Eve gelen tesisatçı 40 yaşlarında bir hanımdı. Boyacı gelmişti senenin başında, o da öyle. 
 
Otobanda yola mıcır - asfalt dökenler de öyle, silindir kullananlar da. Kadınlar sahiden her yerde. 
 
Dev TIR'ların içinde, çöp arabalarının üstünde, tarımda, inşaatta, işin orasında, burasında... "İşte bunu bizim memlekette yapsalar rahat bırakmazlar, laf atarlar, asılırlar vb." yanıtlarını ben kabul etmiyorum. En azından çok büyük bir kesimde bu çiğliğin asla olmayacağını düşünüyor ve ötesinde biliyorum.
 
İkinci hayranlığım, çalışıyorlar. Anneler, babalar, nineler, teyzeler, öğrenciler. Hepsi çatır çatır çalışıyorlar. 
 
Şimdi burada küçük bir önerim de çocuklarına kıyamayanlara gelsin, ben de dahilim buna. :) 
 
Gastronomi, restoran, turizm... dahası hizmet sektörünün tamamında geçerli bir kural var. 
 
Mezuniyetiniz nereden olursa olsun, bu dünyada yer tutunabilen istisnasız herkes işe en alt kademeden başlar. Asgari ücret, SGK, yol ve yemek. Hatta bunların da altı, üstelik mesailer de cabası. Yasa içi / yasa dışı tartışması değil bu; gerçeğin ta kendisi. Kapalıçarşı ekolü denir buna. Nereden başlarsanız başlayın bu çalışmadan çok okuldur, en hakikisinden stajdır, network oluşturmak için fırsattır. 
 
İnsan tanımanın, iş dünyasını anlamanın, itibarı - yalanı - gerçeği - sahteyi - sahtekarı birbirinden ayırmanın anahtarıdır. Nasıl yol alacağını, veya nasıl yol alamayacağını, bir sonraki aşamanın nasıl şekilleneceğini, kimlerle ortaklık kurulacağını, kimlerden ise katiyen uzak durulacağını anlatır. Hücrelerinize işler, hayat boyu o bilgi yanınızda kalır. Sosisçinin yanında sosis kesmek olsun, fotokopicide cilt basmak olsun, garson - komi - bavul taşıma, ne olursa olsun... Çocuklarınızı (topa tutulmak istemiyorum ama ben 12 yaşın ideal olduğunu düşünüyorum) mutlaka hayatın içine atın. Hayatları boyunca duacınız olurlar, hayatın bütün sınavlarında 1 - 0 önde başlarlar. Bu yaz iyi bir yaz olabilir, çocuklarınız yaşlarına ve durumlarına göre haftada 2 gün, haftada 5 gün veya haftada 7 gün, bir yerden mutlaka başlasınlar. 
 
İpek derseniz, bu yaz Viento Alaçatı'nın bünyesindeki Sota Restoran'da çalışıyor olacak. Lojman hakkı da aldı. Pek kararlı. Mutfağın sıcağında, ocağın başında, şefin disiplininde pişmesi benim ona sağlayabileceğim bütün şartlardan daha kıymetli. 
 
Yazının sonuna bir de ek yapmak istedim. 
 
Dört günlük Floransa seyahatimde, çeşitli formlarda da olsa sanıyorum bir çuval un yedim. Bugün döndüm, kendime 1 ay ceza verdim. Açlıktan öldürmeyecek, aynı zamanda da lezzetli olacak salatalara dalacağım. Zorundayım. 
 
Birkaçı şöyle, 
 
Basitin de basiti zeytinyağlı taze fasulye. Bunun şimdi tam zamanı, hem oturak fasulyeden, hem çalıdan, hem de ayşe kadından yapıyoruz. A'dan Z'ye tek bir anda, soğanı filan kavurmadan, fasulyeyi sarartmadan... İyi pişiren bir tencereye ayıklanmış - doğranmış taze fasulyeyi atıyoruz, istediğimiz gibi doğradığımız kuru soğanı, bıçak altında patlatarak sarımsağı, doğranmış veya rendelenmiş domatesi, tuzu, bir çay kaşığı şekeri ve zeytinyağını ekliyoruz. İster kat kat, ister karıştırarak, hiç fark etmez. Kapağını açmadan, arada silkeleyerek orta ve kısık ateşte pişiriyoruz. Cam kapaktan anlarsınız piştiğini, o anda hiç açmadan bir saat bırakın, tadını çeksin ve ılısın. Cam bir kasede iyice soğutup buzdolabına koyarsanız ertesi gün daha lezzetli olacaktır. Bunu bir dilim karpuz ile yemeyi hayal ediyorum. 
 
Zeytin salatası için siyah - pembe - yeşil fark etmez, sevdiğiniz tüm zeytinleri kullanabilirsiniz. Çekirdek çıkarmak için 1970'ten veri ailemizde olan ve bir şekilde asla kaybolmayan metal aparatı kullanıyorum, bence siz de benzerini edinin. :) Zeytinler bir yanda; diğer yanda sıcak su içinde 15 dakika bekletilip yıkanan ve kesilen kuru domates, zeytinyağı, sarımsak, kekik, acı pul biber, bir tatlı kaşığı üzüm pekmezi, bir tatlı kaşığı üzüm sirkesi, evde varsa kapari, biraz tuz, biraz reyhan vs. seçimler diğer yanda karıştırıyoruz. 
 
Domateslerimiz şu mevsim şahane, kabuğunu soyup halka halka kesiyoruz, biraz çukur bir tabağa koyup üzerine bunu döküyoruz, onun üzerine de zeytinleri... Harika oluyor. Kuru peksimet ya da Bodrum gurusu ile iki kat şahane oluyor. 
 
Yarı meze - yarı yemek, ama burada salata diye adlandırdığım üçüncü keyfe gelince, 3 adet orta boy havucu iri rondo yapıp tabanı kalın (yakmayacak) bir tavada biraz su desteği ile çeviriyoruz. Yumuşuyor, dibinde su filan kalmıyor. Bunu bırakıyoruz, soğuyor. 
 
2 - 3 kornişon turşusu, ayıklanmış iri dövülmüş ceviz, bir bardak süzme yoğurt, bir bardak normal yoğurt, sarımsak, zeytinyağı, soğumuş havuçlar... Hepsini karıştıralım kafi. Tabakta düzeltip zeytinyağı damlatıp estetik bir hale sokuyoruz, yanına varsa kruton, yoksa ince dilim kesilip iyice kızartılarak konulan ekmekler. İnsan psikolojik olarak da, fiziksel anlamda da doyuyor. 
 
Bir de Toroslardaki bir lokantada denk geldiğim salatayı ekleyeyim. 
 
Evde cips kesme rendesi varsa uygun olur, yoksa bıçakla ince ince kestiğiniz patatesi kızartın (yanlış okumadınız) 
 
Sonra mor soğan, incecik
 
Maydanoz, incecik
 
Gerçek, güzel bir domates salçası, bir kaşık
 
Bir kaşık limon suyu
 
Tuz, karabiber, kimyon, acı biber, yarım kahve fincanı zeytinyağı.
 
Bütün bunları karıştırıp içine de kızarmış patatesler... Muhteşem oluyor. 
 
Tabii salata sınıfına girer mi bilmem. Çocuklar bunu ızgara et, söğüş, domates, cacık filan çokça yaparlar - isterler. 
 
Bizim lezzetlerimizin, bizim mutfağımızın, bizim gerçek olduğunda hasatımızın dünyada eşi yok. Orası da öyle. 
 
 
Sevgiler. 

Yorum Yap